Restorasyon: Geçmişi Koruma Değil Geleceği İnşadır
- mimarserkanakin
- 12 Şub
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Şub
Yeryüzüne indirilen ilk insan Âdem aleyhisselamın, Havva annemizle nikâhından sonra yaptığı ilk iş, Kâbe’yi inşa etmek olmuştur. Ona, gayb âleminde arzın merkezi olarak bildirilen bu noktada taşları üst üste koyarak bir yapı oluşturması, insanlık tarihi boyunca imar, inşa ve ihya konusundaki temel yaklaşımımızı ortaya koyar.
Benzer şekilde, Nuh Tufanı sonrası yeri kaybolan Kâbe’nin Hz. İbrahim aleyhisselam tarafından yeniden tespit edilip, temellerinin açığa çıkarılarak mühendislik bilgisiyle inşa edilmesi, bir restorasyon anlayışını simgeler. Miladi 606 yılındaki tamirat ise niyet temizliği, bilgi eksikliği ve yapının bazı unsurlarının değiştirilmesi gibi çeşitli boyutlarıyla bize farklı açılımlar sunar.
Tarih boyunca fetihlerin ardından şehrin en büyük ve önemli ibadet yapılarının camiye çevrilmesi, fethedilen beldelerde kalıcı bir iz bırakmanın sembolü olmuştur. Mesela İstanbul’un fethi sonrası surların yıkılmak yerine korunması, bir yapının sadece fiziksel varlığıyla değil, aynı zamanda taşıdığı anlamla da yaşatılması gerektiğini gösterir.
Bugün, insanlığı yok etmeye çalışan küresel güçlerin; ideolojik yaklaşımları, bilgi ve kavram dayatmaları, uluslararası kuruluşları araçsallaştırmaları artık gizli bir gerçek olmaktan çıkmıştır. Birleşmiş Milletler teşkilatının zulüm altındaki devletler ve milletler için hiçbir şey yapmadığı, Dünya Sağlık Örgütü’nün ilaç sektörünün çıkarları doğrultusunda hareket ettiği herkesçe bilinmektedir. Aynı şekilde, NATO’nun, UNICEF’in ve UNESCO’nun da belirli güç odaklarının politikalarını yürüttüğü ortadadır. İslam coğrafyasının bombalanmasını, on binlerce mülteci çocuğun kaybolmasını ve tarihî eserlerin yok edilmesini kimse dünyaya izah edemez.
Özellikle, İslam beldelerindeki bombalamalarla ya da yanlış şehirleşme politikalarıyla yok edilen Şam, Halep, Bağdat gibi şehirler ile beton yapılar altında ezilen İstanbul ve Anadolu şehirlerinin restorasyonu için kültürümüze ve gerçekliğimize uygun bir restorasyon anlayışı geliştirmeliyiz. Avrupa’dan ithal edilen kuramlar çerçevesinde; Venedik Tüzüğü, ICOMOS kararları Atina Bildirgesi gibi standartlarla bu meseleyi ülkemizde çözmenin mümkün olmadığı ortadadır. Bu yaklaşımların kültürel ve ideolojik boyutları ile ülkemizdeki politik ve bürokratik tavrın geldiği nokta itibarıyla pratikte yol açtıkları sorunlar ortadadır.
Restorasyon süreçlerinde harcanan zaman, emek ve kaynaklara rağmen birçok eser hâlâ ihya edilmeyi beklerken, restorasyonu tamamlanan yapılar ise sürekli tartışma konusu olmaktadır. Kafeye dönüştürülen muvakkithaneler, market yapılan hamamlar, müzeye çevrilen medreseler, ahşap kaplamalı sivil mimari örneklerinin betonla yenilenmesi gibi uygulamalar restorasyon anlayışımızın sorgulanmasını gerektirir. Tarihî eser parsellerinde yükselen yeni yapılar ve rant odaklı imar planları bu sorunun bir parçasıdır. Ayrıca süreç içerisindeki ontolojik hatalardan dolayı restorasyonu tamamlanmış yapılarda ortaya çıkan sonuçlar da başlı başına bir problemdir.
Tüm bu gerçekler ışığında:
Kâbe’nin ilk inşası, temel inşa anlayışımızın arketipi (master planı) olarak ele alınmalıdır.
Hz. İbrahim’in Kâbe’yi yeniden inşası, mühendislik bilgisinin ve ilkelerin restorasyon süreçlerindeki rolünü vurgular.
Miladi 606 yılındaki tamiratı, iyi niyetin önemini ve eksik bilginin doğurabileceği sonuçları gösterir.
Fethedilen beldelerdeki iskân politikaları, adalet ve sürdürülebilir bir restorasyon anlayışının nasıl olması gerektiğini öğretir.
Türk Evi mimarisi, yerel bilgi, malzeme ve insan ölçeğinde uygulanabilirliğin en güzel örneklerinden biridir.
Gelecekte yaşanabilecek bir yıkım sonrası, insanlığın yeniden ihya süreci için benliğimizde ve hafızamızda bu bilgileri saklamalıyız.
Bu çerçevede, ülkemizde ulusal çapta bir Restorasyon Araştırma ve Uygulama Merkezi kurulmalıdır. Bu merkez; taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının bilgisini, malzeme analizlerini, üretim tekniklerini, bakım ve onarım süreçlerini araştıran, restorasyon eğitimi veren, arşiv tutan ve akreditasyon sağlayan bir yapı olarak, önce kendi coğrafyamıza, ardından tüm dünyaya örnek olmalıdır.
Vakıf Eserlerinin Restorasyonu ve İhyası
Vakıf, bir iyilik hizmetinin sürekliliğini sağlamak amacıyla bir mülk veya paranın o işe tahsis edilmesidir. Kelime anlamı olarak "durmak" veya "durdurmak" manasına da gelir. Vakıf, insanlığa hizmet etmek, iyilik yapmak, kötülüğü bertaraf etmek, yardımlaşmak ve dayanışmayı teşvik etmek gibi temel insani değerleri içinde barındıran bir hayır hareketidir.
Bir mülkün Allah’a adanmasıyla birlikte, onun alınıp satılması ve şahsi mülk edinilmesi yasaklanmıştır. Bu anlayış, insanlık tarihi boyunca pek çok medeniyetin sosyal ve kültürel yapısında önemli bir yer edinmiştir. Yeryüzündeki ilk ev olan Kâbe’nin Allah için adanması, aynı zamanda tarihteki ilk vakıf uygulaması olarak kabul edilir.
İslam dini ile özdeşleşen vakıf geleneği, Selçuklularla gelişmiş, Osmanlı Devleti ile zirveye ulaşmış ve geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Osmanlılar döneminde, toplumun her kesiminin ihtiyacını karşılayan vakıflar kurulmuş; yetimlerden hastalara, yolculardan hayvanlara ve doğaya kadar herkesin yararına vakıf müesseseleri inşa edilmiştir.
Osmanlı Devleti, devlet adamlarına görev süreleri boyunca büyük imkânlar sunmuş; ancak görevleri sona erdiğinde bu imkânları geri almıştır. Devlet adamları, ellerindeki serveti miras bırakamadıkları için, kazandıklarını hayır yolunda kullanarak vakıf kurmayı tercih etmişlerdir. Böylece vakıf sistemi, Osmanlı şehirlerinin kalkınmasını sağlamış, toplumda sosyal adaleti güçlendirmiştir.
Camiler, hanlar, hamamlar, medreseler, sıbyan mektepleri, imaretler, şifahaneler, kervansaraylar, aşhaneler, köprüler ve yollar; sultanlar, paşalar, devlet adamları ve hayırseverler tarafından yaptırılmış ve vakfedilmiştir. Üstelik bu eserlerin idamesi için akarlar bırakılmış, böylece devletin bütçesine yük olmadan toplumun ihtiyaçları karşılanmıştır. Vakıflar sayesinde zengin ve fakir arasındaki uçurum kapanmış, servet yeniden halka döndürülerek toplumsal denge korunmuştur.
Ancak burada en önemli husus, vakfın gönüllülük esasına dayanmasıdır. Bir kişi mülkünü kendi rızasıyla vakfettiğinde, o mülk kıyamete kadar Allah (CC) adına adanmış sayılır. Vakıf mülkleri, zulmün ve haksızlığın karşısında adaletin, iyiliğin ve merhametin simgesi olarak varlıklarını sürdürmelidir.
Bir beldede vakıf eserleri ne kadar çoksa, orası o kadar bereketli, huzurlu ve adil bir yer olur. Bu yüzden, vakıf eserleri asla vakıf olmaktan çıkarılmamalıdır.
Vakıf Eserleri Korunmalıdır!
Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, yaşam şekilleri ve inşa teknikleri ne kadar değişirse değişsin, vakıf mülkleri amaçlarının dışına çıkarılmamalıdır:
Vakıf eserlerinin idamesi için bırakılan akarlar, vakıftan ayrılmamalıdır.
Bedestenler lokanta yapılmamalıdır.
Medreseler eğitim dışında kullanılmamalıdır.
İşgal edilen vakıf arazileri tapulandırılıp satılmamalıdır.
Hamamlar hamam olarak kalmalı, markete dönüştürülmemelidir.
Tarihi köprülerin üzerinden motorlu araçlar geçirilmemelidir.
Vakfetmek, ilahi bir ameldir ve Allah rızası için yapılır. Vakıf bedduasına ve Allah’ın gazabına maruz kalmamak için vakıf eserlerini gözümüz gibi korumalı, onların asli kimliğini muhafaza etmeliyiz.
Vakıflar, dini, siyasi, toplumsal, kültürel ve hayır kurumları olarak hayatımızın merkezindedir. Onların kıymetini bilmeli ve gelecek nesillere en doğru şekilde aktarmalıyız.
Şehir-Kent ve Restorasyon İlişkisi
Şehir, ideal olanın adıdır; aklımızda ve gönlümüzde tüm iyilikleri bir araya getirdiğimiz mekândır. En başta kurduğumuz, vahiy ve kadim bilgiyle inşa ettiğimiz yerdir. Hukuk ve sözleşmelerle temelleri atılır, ev ve mabetler yükselir, üretim ve pazarlar kurulur. Hayatın tüm dinamikleri şehirde buluşur; ev ve mabet ise bu düzenin merkezindedir.
Şehir; feyizli, bereketli, ahlaklı ve huzurlu bir yaşam alanıdır. İnsanların birbirinden emin olduğu, selam ve barışın hâkim olduğu bir mekândır. Haksızlık barınmaz, adalet hızlı ve hakkaniyetle sağlanır. Fakirlerin gözetildiği, hastaların ve yolda kalanların barınağa kavuştuğu, nesil emniyetinin korunduğu yerdir. Kötülerin barınamadığı, iyiliğin egemen olduğu bir düzendir.
Müstakil evlerin, doğal üretimin ve geleneksel tekniğin hâkim olduğu, geçimin kolay, yaşamın şen olduğu bir yerdir şehir. Çocukların özgürce oynadığı, insanların yürüyerek her yere ulaşabildiği, alışverişlerini çarşı içindeki dükkânlardan yaptığı bir yaşam alanıdır. Evler uyum içindedir; kimse diğerinin güneşini, rüzgârını, yolunu engellemez. Doğayla uyumlu, huzur ve adaletin hâkim olduğu bir düzendir şehir.
Kent, çözümsüzlüğün üzerine kurulu bir yaşam biçimidir. İnsanlara prangalarla dolu, paradoksal bir hayat dayatır. Rant putlaştırılmış, betonarme kutsanmış, apartman yaşamı kaçınılmaz hâle gelmiştir. Kent, insanları esaret altına alır, geçim sıkıntısı, trafik çilesi ve borç yükü iç içe geçer. Yılda bir hafta tatil için 12 ay köle gibi çalışılır.
Sanayi devrimiyle insanlık, kadim bilgiden, geleneksel düşünceden ve doğal üretimden koparılmıştır. Doğal malzemelerle yapılan müstakil evlerin yerini betonarme apartmanlar almış, insanlar şehirlerden fabrikaların çevresinde toplanan kentlere göç etmiştir. Büyük aile yapısı dağılmış, meslek bilgisi zayıflamış, üretim gücü insanların elinden alınmıştır.
Kentte çocuklar özgürce oynayamaz, sokaklarda "Koşma çocuğum" sesleri yankılanır. İnsanlar trafik içinde ömür tüketir, AVM’ler tek eğlence alanına dönüşür. Alternatif düşünmek, farklı yaşamak neredeyse imkânsızdır. Hayat, planlanmış ve ücretli küçük mutluluk adacıklarıyla sınırlıdır.
Kentler büyüyerek megakentlere dönüşmüş ve içinden çıkılmaz sorunlar yaratmıştır. Bu devasa beton yığınları, insanları işsiz, evsiz, yalnız ve mutsuz bırakan bir düzene dönüşmüştür. Beton içinde sıkışmış insanlık, adım adım çaresizliğe sürüklenmiştir.
İşte insanlık tarihi boyunca evini yapmak ve geçimini sağlamak için gereken üretim teknikleri, modernleşme ve kentleşme sebebiyle unutulmuş, Sanayi devrimleri öncesi sürecin bir parçası olan teknik tavır ve doğal malzeme kullanımı, artık var olmayan veya değerli olan bir eskiye, onu korumak ve yaşatmak için konservasyon adında bir yaklaşım ve restorasyon adında bir müdahaleye dönüşmüştür.
Ne yazık ki İstanbul da bir megakent olma yolunda hızla ilerlemektedir. Osmanlı Devleti’nin batılılaşma süreciyle başlayan bozulma, Cumhuriyet döneminde ideolojik bir baskı ve tahribe dönüşmüş, 1950’lerden sonra sanayinin İstanbul’a taşınmasıyla büyük bir yıkım yaşanmıştır. Gayrimenkul rantı üzerinden sağlanan politikalar, İstanbul’un hem fiziksel hem de kültürel, sosyolojik ve ekonomik yapısını büyük bir risk eşiğine getirmiştir.
İstanbul, fethi hedeflenen ve ihya edilmesi gereken bir şehir olmasına rağmen, smartkent projeleri, tarihi dokuyu değiştiren uygulamalar ve küresel aklın planlarıyla elimizden alınmaya çalışılan bir kent hâline gelmiştir. Bu nedenle acilen özümüze dönerek, vahyin, kadîm bilginin ve tarihimizin bize yüklediği sorumlulukla İstanbul’u aslına döndürecek kararlar almalı ve bu değişime başlamalıyız. Önce zihnimizde, sonra kalbimizde, ardından da fiiliyatta bu şehri yeniden fethetmeliyiz.
Ev, insan için en özel mekândır. Barınılan, diğer insanlardan ayrıştırılan bu yerler özel bir hukuka tabidir. Ev, öncelikle gönülde kurulan, selam ve hukukla inşa edilen bir mekândır. Taşların üst üste konulması, tahtaların çakılması, kerpicin kesilmesi sonradan gerçekleşen bir süreçtir. Geleneksel bilgi, düşünce ve teknik üretimle evler inşa edilmiştir.
Türk Evi, Anadolu’yu merkez alan geniş bir coğrafyada bulunur. Doğal malzeme ve geleneksel teknikle inşa edilen, büyük aile yapısına uygun odalardan oluşan bir mimariye sahiptir. Türk evi, bize Müslüman Türklerin yaşama biçimini, mahremiyeti ve birlikte yaşamanın değerini anlatır. Kolayca inşa edilmesi, doğayla uyumu ve insani ölçeği ile geleneksel üretimin ne kadar güçlü olduğunu gösterir.
Geleneksel düşünce ve teknik üretim, insanlık adına küreselci ve yok edici teknolojik yaklaşımlara karşı en büyük güçtür. Anadolu, Türk Evi ve tarihi şehirleriyle bu dönüşüme direnecek en önemli coğrafyadır. Çünkü Anadolu, Mezopotamya’nın kalbi, Avrasya’nın ortası ve dünyanın merkezidir.
Restorasyon ve Gelecek
Dolayısıyla restorasyon bizim için geçmişe öykünme, yapıları sadece fiziki olarak onarma ya da akademik kaygılarla salt bir belgeleme yaklaşımı içermez. Adeta bir Rönesans tavrıyla geçmişten gelen bilgi gücünü geleceğe aktarmanın ve yeni şeyler söyleme ihtiyacının temel bir mesnedidir.
Bu açıdan baktığımızda tarihi alanlar geçmişte yaşamış insan topluluklarının kalıntılarının bulunduğu, önceki dönemde yaşamış insanlardan kalan yapıların bulunduğu alanlara verilen addır. On binlerce yıllık kadîm bilgiyi, insanlık tecrübesini içeren, tüm savaşları, yıkımları afetleri yaşamış yerleşimlerdir.
Tarihi şehirler on binlerce yıllık insanlık bilgisinin ışığında var oldukları için varlıkları itibarıyla insanlığın en temel hazineleri konumundadırlar. Bu yüzden doğal, arkeolojik, kentsel ve tarihi sit alanları olarak tescil edilirler. Aynı şekilde bu önemdeki yapılar da kültür varlığı olarak tescil edilirler. Bu kavramlar söz konusu yapılar ve alanların önemini ortaya koymakta ve insanlığın koruma ve restorasyon kavramları çerçevesinde ürettiği değerler manzumesinin içinde bulunmaktadırlar. Bu yüzden tarihi şehirler, alanlar ve binalar insanlık için çok önem arz etmekte, doğallığın, geçmişin, kadîm bilginin ve gerçek manada sürdürülebilirliğin somut taşıyıcıları ve ispatı olmaktadırlar.
Tarihi şehirleri megakent ve smartkentlerden ayıran özellikleri üç başlıkta toplayabiliriz: Birincisi, tarihi şehirler doğal sürecin ve on binlerce yıllık insanlık bilgisini barındırdıkları için daima insanlığa umut olacaklardır. İkincisi, megakent baskısı, modern teknolojik esaret ve yakın gelecekte insanlığı bekleyen modern sonrası büyük kaos ve reset ardından yaşama imkânı ve alanları sunacaklardır. Üçüncüsü, olası bir kaos ve reset sonrası yine ayakta kalacakları için insanlığın varlığını devam ettirmesi ve yaşama dair yapılacaklar adına binaları ve şehirleri yeniden inşada örnek olacaklardır.
Kırsal bölgeler ve tarihi şehirler bizi var olan ve gelecekteki bu üç büyük tehlikeden uzak tutacakları için kentten kırsala ve ufak kasabalara göç eğiliminin kontrol altında tutulması, yönetilmesi ve kentin kötülüklerinin bu değerli alanlara boca edilmesinin önüne geçilmelidir. Bu açıdan bakıldığında köy yerleşik alanlarının ve tarihi şehirlerin rant, betonarme inşaat, kentli alışkanlığı, yap-sat, havuzlu villa, site-rezidans vb. baskılardan kurtarılmalıdır. Kırsal bölgeler ve tarihi şehirler bizim geleceğimizdir.
Son söz olarak koruma ve restorasyon geçmişe yönelik yapılan bir işlem değil geleceğe dair bir başlangıçtır.
Serkan AKIN Y. Mimar Restorasyon Uzmanı

Comments