BELEDİYE "Her şey vatandaşın iyiliği için"
- mimarserkanakin
- 7 Oca
- 9 dakikada okunur

Belediye, “belde” kökünden gelen bir isimdir. Mahalle kavramının günümüzde, ülkemizdeki sosyal ve kültürel algıda tam bir karşılığı olmadığı için muhtarlığı hariç tutarsak temel bir yönetim birimini ifade eder. Nüfus büyüklüğü beş bin kişiyi geçen yerleşimlerin kurabildiği ve yerel ihtiyaçların karşılanabilmesi için teşkilatlanan, kendi bütçesi, meclisi ve yönetim şeması bulunan yönetim organıdır.
Belediyeler, o beldede oturan vatandaşların merkezi hükümet tarafından planlanmayan ve karşılanmayan tüm ihtiyaçlarını gidermek üzere bütçe oluşturabilir ve harcama yapabilirler.
Altyapı ve ulaşım hizmetleri, sosyal ve kültürel hizmetler, parkların ve donatı alanlarının düzenlenmesi, her türlü inşaat ve işletme ruhsatı verilmesi, ölçü tartı ve pazarın düzenlenmesi, fakirlerin ve ihtiyaç sahiplerinin her türlü ihtiyacının karşılanması bunlara örnek gösterilebilir.
Bu kısa giriş ile ülkemizdeki belediye kavramını genel olarak tanımladıktan sonra dünyadaki tecrübelere baktığımızda Doğu dünyasında genel bir geri kalmışlık ve yetersizlikten kaynaklanan altyapı eksikliği ile bakımsızlık ve temizlik problemleri göze çarpmaktadır.
Balkanlarda da bakımsızlık ve altyapı eksikliği olmakla birlikte araçların eskiliği göze çarpar.
Batı dünyasında ise hizmetler açısından merkez ve banliyö ayırımı göze çarpmaktadır. Metropollerin merkezinde sağlanan belediyecilik hizmetlerinde eksik görünmezken banliyölere vardıkça yol, araç, temizlik ve benzeri eksikler bulunmaktadır.
Ayrıca yerel zabıta güçlerinin hem Batıda hem de Doğuda çok fazla göz önünde olduğunu görebilirsiniz.
Bununla birlikte Batı dünyasında özgürlükler üzerine yaşanan büyük çatışmalar sonucunda yerel yönetimlerin daha güçlü, özerk ve halk tarafından denetlenebilir olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun sonucunda halka daha yakın ve halkın içinde belediye yöneticisi profili ortaya çıkmaktadır.
Bu arada Türkiye’de belediyelerin yönetim anlayışlarının nasıl bir süreçten beslendiğinden bahsetmemiz gerekirse şöyle bir dönem sıralaması yapabiliriz:
Osmanlı’nın kuruluşundan Tanzimat yıllarına (19. Yüzyılın ilk çeyreği) kadar olan dönem
Osmanlı’nın son yıllarından (19. Yüzyılın ilk çeyreği) Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan dönem
Cumhuriyet’in kuruluşundan Demokrat Parti’nin iktidar oluşuna kadar olan dönem
Demokrat Parti’nin iktidarından 1990’lı yıllara kadar olan dönem
1990’lardan günümüze kadar olan dönem.
Tüm bu dönemler için söylenebilecek ortak şey “merkez taşra çatışmasıdır”. Devlet-i Âli Osmanî’den günümüze kadar âdem-i merkeziyetçilik ve merkezi yönetim arasında sürekli gitgeller yaşamıştır bizim toplumumuz.
En başında birçok ihtiyacını kadılar önderliğinde vakıflar, loncalar ve mahalle teşkilatları ile karşılayan mazlum ve mazbut Anadolu halkına 1826 yılında belediyecilik teklif edilmiş ama bütçesizlik, yetkisizlik, merkezi idareden kopma endişeleri ve benzeri birçok sebep yüzünden bu dönem, millete “bürokratik baskı ve merkezi idarenin ağır işleyişi” olarak zuhur etmiştir. Bu dönemde vergi ve hesap işleri ile vakıf hizmetleri kadılıktan ayrılmış ve ayrı bir bakanlık olmuştur.
Tanzimatla birlikte bugünkü Beyoğlu Belediyesi (6. Daire-i Belediye) olan İstanbul Şehremaneti kurulmuştur.
Bu dönemden itibaren günümüze kadar belediyecilik ile ilgili yapılan çalışmalarda görülen ortak durum hep bir “batılı etki ve baskının” olmasıdır.
Ne hikmettir ki ilk başta 14 belediye bölgesine ayrılan İstanbul’da, Paris’teki 6. Bölgeden esinlenerek kurulan Beyoğlu Belediyesi’nden sonra kurulması tamamlanan belediyeler: Adalar, Yeniköy, Tarabya ve Beykoz’dur.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte konuşulan sözlerdeki tüm yerelleşme ve yerinden yönetim çabalarına rağmen hep Ankara’nın sözünün geçtiği bir durum olmuştur.
Ayrıca Ankara’nın imarına ayrı bir önem verilmiş, modern Türkiye ve başkenti Ankara’nın tüm ülke topraklarının modernleştirilmesine örnek olarak geliştirilmesi sürdürülmüştür.
Bu açıdan “belediyecilik hep bir modernleşme aracı olmuştur” ülkemizde.
Bunun halk nezdindeki karşılığı ise soğuk kamu yapıları olmuştur.
Bakanlık binaları bunlara örnek gösterilebilir.
Ülkemizde modernleşmenin gerçekleşmesi “şehirlerde tarihi yapıların yıkılması ve geleneksel şehirlere geniş bulvarlar açılması” şeklinde olmuştur. Halk nezdinde de bu durum, “belediyeciler imar için yıkım yaptılar” şeklinde dillendirilmiştir.
Tek parti dönemi ve merkezi teşkilatların dönemin CHP’si üzerinden tüm topluma uyguladığı baskı uygulamaları 1950’li yılların sonlarına kadar devam etmiştir. Belediyeler valiliklerden ancak 1957 yılında çıkarılan kanun ile ayrılabilmişlerdir.
Bu açıdan belediyeler hep “merkezi idarenin bir şubesi” olarak hizmet vermiştir.
Örneğin bu dönemde belediye başkanları doğrudan seçilmek yerine ya belediye meclisinden seçilmiş ya da merkezi hükümet tarafından atanmıştır. Belediye başkanlarının doğrudan seçilmesi ilk kez 27 Temmuz 1963 tarihli ve 307 sayılı kanun ile gerçekleşmiştir.
Bu arada 1961 Anayasası belediyelere geniş yetkiler tanımıştır.
Bu geniş yetkiler 1970’li yıllarda demokratik sol belediyeciliği getirmiş, bu da yine merkezi yönetim ve belediyeler arasında siyasi ve ekonomik çatışmaları doğurmuş ve oluşan kargaşanın devamında 1980 ihtilali yaşanmıştır.
1980’li yıllarda çok kısa bir ANAP belediyeciliği dönemi yaşanmış. Bu dönem için söylenebilecek acı cümle şu şekildedir “yediler ama hizmet ettiler!”
Ancak 1960’lardan itibaren 1990’lara kadar köyden kente göç olgusu “gecekondulaşma” ve devamında sürekli “imar aflarını” gündeme getirmiştir.
Bu arada 1990’lar Refah Partisi belediyeciliğini toplumla tanıştırmış ve 2000’lerden itibaren AK Parti belediyeciliği ile günümüze gelinmiştir.
AK Parti dönemi ile birlikte de “sosyal belediyecilik” anlayışı ortaya çıkmış, güçlü iktidar konumlarından kaynaklanan imkânlarla birçok altyapı sorunu çözülmüştür.
Bununla birlikte de toplumu oluşturan tüm katmanlar, taraflar ve siyasi görüşler ile birlikte “gecekondulaşmadan imar rantına, oradan da betonlaşmaya ve yüksek binalara doğru bir evirilme” gerçekleşmiştir.
Belediyelerdeki siyasi algı ve oluşumların şehirlerin kimliklerine etkisinden bahsetmemiz gerekirse, Türkiye’deki siyasi algıyı en basit şekilde sağ ve sol olarak ayırdığımızda, toplumun demografik ve siyasi yapısı o beldedeki belediye başkanını ve partisini belirlemektedir.
Bu da bize belediye hizmetlerindeki yansımasını açığa çıkarmaktadır.
Her şehirde bir Cumhuriyet Meydanı, Atatürk Caddesi bulunmakla birlikte sağ bir belediyede Necip Fazıl Kültür Merkezi, sol bir belediyede ise Nazım Hikmet adlı bir kamu hizmet binası bulunabilmektedir.
Dini hizmetler belediyecilik hizmetlerinin ana görevlerinden olmamakla birlikte genel olarak sağ belediyelerin bulunduğu beldelerde hem imar planlarında hem de fiiliyatta daha çok cami olmakta, sol belediyelerin olduğu yerlerde ezan sesi ve cami varlığı gözle görülür oranda az bulunmaktadır.
Gecekondulaşma olgusu 1970’li yıllarda demokratik sol partileri iktidara getirirken 1990’lardan itibaren sağ belediyeleri iktidara getirmiştir.
Sol belediyelerde köy-kent projeleri gibi çalışmalar varken Refah Partisi ve devamında AK Parti dönemi belediyeciliğinde daha çok sosyal belediyecilik ön plana çıkarılmıştır.
1990’larda sağ belediyelerin uygulaması olarak başlayan iftar çadırları zamanla tüm belediyeler tarafından uygulanır olmuştur.
Sendikacılık genel olarak sol dünya görüşünün bir geleneği olmakla birlikte sağ partilerin belediyeleri kazandığı beldelerde yeni sendikaların kurulduğu görülmektedir.
Bununla birlikte köyden kente göç, modernizm ve beton apartmanlaşma olgusu tüm şehirleri yıkıp geçtiği için ne yazık ki hiçbir siyasi yapı bu duruma çözüm üretememiş ve tüm şehirlerimiz birbirine benzer hale gelmiştir. Bugün Diyarbakır, Kayseri ya da Denizli’yi birbirinden ayıramayacağınız benzerlikte sokak fotoğrafları hafızamızdadır maalesef.
Belediyelerde “kale” anlayışı ile tanımlamalar yapılmaktadır. Şu veya bu siyasi partinin kendine has saiklerle “kale”si vardır.
Ancak bu kale anlayışı rekabetin kızışması ve belediye başkanlığı kimliğinin siyasi olarak çok fazla öne çıkmasından dolayı değişmektedir.
Ankara’da daha önce ilçe belediye başkanlığı yapmış ve bir önceki büyükşehir belediye seçimlerini kazanamamış birinin adaylığının gündemde olması ya da İzmir’in uzun yıllar ANAP’lı bir belediye ile yönetilmesine rağmen uzun yıllardır CHP’nin kalesi olarak anılması ilginç yaklaşımlardır. Aynı şekilde merkezi iktidar tarafından çok fazla yatırım yapılmasına ve hizmet götürülmesine rağmen doğu illerinin bazılarında halkın DEM-HDP’li belediyelere olan ilgisi değişmemektedir.
Haliyle bu önyargılı siyasi bağlılık, yerel imkânların ve yatırımların halka yansımasını engellemekte ve geciktirmektedir.
Şu an için yerel seçimlerdeki kale anlayışları yapılan ittifaklarla anlaşarak tek aday çıkarma imkânı sağlamıştır.
Başka bir konu da yerel ve merkez ilişkileri açısından belediyelerin yetkilerinin artırılmasının Türkiye sosyo-politiğindeki karşılığının hep bir özerklik ve bölünme korkusu oluşturmasıdır.
Bu korku ta en başından beri, yani Osmanlı döneminden itibaren belediyecilik ile ilgili çalışmalar ya Batılı ülkelerin tavsiyesi üzerine ya da Batılı zihniyetle düşünen Osmanlı aydınlarının Osmanlı şehirlerini Batılı kentlere benzetme çabası olarak gerçekleşmiştir.
Bunun karşısında da doğal savunma refleksi olarak merkezin taşraya tahakkümü ve kontrolü şeklinde gerçekleşen bir yerelleşme hareketi vardır. Bu yüzden yerel yönetimler sürekli merkezi yönetimin bir şubesi olarak görülmek istenmiştir.
1990’lı yıllarda valilerin belediye başkanlarının kenti terk etmesine dahi müsaade etmediği uygulamalar hafızalarımızdadır.
Bu arada gerek Avrupa Birliği uyum yasalarının dönüştürme etkisi gerekse yıllara sâri yerinden yönetim yaklaşımları yüzünden belediyelerin yetkileri ve imkânlarının güçlendirilmesi çalışmaları Refah Partili belediyelerin çoğalması ve devamında AK Partili belediyelerin ülkemizdeki birçok kenti yönetmeye başlamasıyla birlikte akamete uğramıştır. Ancak uzun bir AK Parti iktidarı, AK Parti’nin geçirdiği evreler ve AK Parti’nin merkezi hükümette etkisinin artması ile ülkenin “vesayetten kurtulmasına” dönük çalışmalarla birlikte devlet yönetimindeki etkisinin artmasıyla oluşan yeni durumda yerellik ve özerklik çalışmaları yeniden hız kazanmıştır.
Ayrıca ülkemizde bir şehir kanununun olmaması, mevcut belediye kanunundaki yerleşim yerlerine ait tanımlar ve büyüklüklerin günümüz ihtiyaçlarını karşılamaması, köylerin boşaltılıp kentlere göçün %93’lere geldiği ve bu durumun getirdiği sorunların yetkililer tarafından yeterince anlaşılamamış olması büyük bir sorundur.
Bir de ülkemizdeki kentlerin mücavir alanlarıyla birleştirilerek “büyükkent” olması başlı başına bir yaklaşım sorunudur. Köyleri, mahalleleri, meralar ve otlakları yok eden, demografik yapımızı alt üst eden bir durumdur.
Şu an itibarıyla 30 büyükkent vardır ve ilk fırsatta bu sayı 60 olacaktır. Bu durum kentleri yönetemez hale getirmektedir. Aslı 81 tane olan illerimizin 60 tanesinin büyükkent olarak tarif edilmesi çok büyük bir hatadır.
Ayrıca kentlerimizin mega haline getirilerek nüfuslarının çoğaltılması birçok konuda sorunu beraberinde getirmektedir. Bunlardan bazıları: halk sağlığı, istihbarat, askeri savunma, trafik, emniyet, gıda güvenliği, ahlak, toplumsal barış, ev sahipliği, eğitim, kültür, din, ulusal güvenlik ve benzeri gibi çok temel konulardır.
Maalesef dünyadaki siyasi gelişmeler ve bunun ülkemize yansımaları kısa vadede net bir çözümü ortaya koymamıza engel olmaktadır.
Ulus devletlerin varlığını sürdürmekte çok zorlanacağı gelecek yıllar ülkemizde de bu duruma dair refleksleri ortaya koymaktadır.
Arz-ı mevudçu, evangelist, siyonist, pentagoncu güçlerle ülkemizin güneyinde bulunan coğrafyalarda yapılan savaştan kaynaklanan refleks; küreselci, 4. Sanayi devrimci, paganist ekip ve onların makro hedeflerini ıskalamamıza sebep olmaktadır.
Dünyayı dönüştürmeye ve “blockchain” teknolojisi ile “tek dünya devleti” olgusunu tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan “Şeytani küreselci akıl” kentleri ön plana çıkararak ve “ekokent, smartkent, lojistik kent, slowcity” gibi kavramlar ile de kadîm duruşumuzu bozmaya çalışmaktadırlar.
Önce bu kavramları tanıyarak ve arka planındaki hedefleri topluma tarif ederek ve toplumu ikna ederek işe başlamamız gerekir.
Değinmemiz gereken önemli konulardan biri ise son yüzyıl perspektifinde Türkiye’de belediyeciliğin dönüm noktalarıdır. Bu dönüm noktalarını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz.
Cumhuriyetin kurulması,
Tek parti yönetiminin sonu ve Demokrat Partinin iktidara gelmesi,
Sanayileşme ile Truman doktrini ve Marshall yardımları,
Köyden kente göç olgusu ve gecekondulaşma ve betonarme inşaatın her yere yayılması,
Sol belediyecilik ve demokratik sol yılları,
Sağ belediyecilik (ANAP ve Refah Partisi ile başlayan süreç),
AK Parti belediyeciliği,
CHP belediyeciliği.
Bu arada bu dönüm noktalarının salt bir tarihsel sıralama olmadığını belirtmek isterim.
Bir de belediyelerin kültür politikalarını değerlendirmeye tabi tutarsak belediyelerin kültür politikalarını sakil dağınık ve yetersiz olduğu görülmektedir. Maalesef uzun yıllar merkezi hükümet ile çoğunluk belediyelerin uyumlu çalışabilme imkânı yeterince verimli kullanılmadı ülkemizde.
Ortada bir imkân ve bütçe problemi olmamasına rağmen toplum yararına kalıcı, etkili ve kabul edilebilir normlarda bir kültür politikası oluşturulamadı.
İçi boş sanat etkinlikleri sadece şirketlere para dağıtılan, istatistiklerde sayı olarak görülen ve kitapçıklarda bulunan etkinlikler olarak kaldı.
Bu dönemde gözle görülür bir kültür atağı, kültür insanlarının üretimine katkı sağlayacak net bir fayda ve dünyaya örnek gösterilebilecek bir aydınlanma dönemi ile dönemimize ait çözüm odaklı kavram üretilmesini sağlayacak net bir etki yakalanamadı maalesef.
Belediye denildiğinde aklımıza gelen güncel ve esas kavramlar ise şöyledir:
Rant
İmar ve inşaat
Dikey-yatay mimari
Kentsel dönüşüm
Bununla birlikte bu 4 kavrama rağmen belediyeler yeni bir şehir, yeni bir mahalle, yeni ev kurma hususunda hiçbir pratik üretememişlerdir.
Politikacılar tarafından yıllarca sürdürülen popülist uygulamalar sonucunda kurnaz Türk toplumu kolaycılığa alışmış ve sorunların çözümünü oya tahvil eden imar afları, kentsel dönüşüm kanunları ve imar barışı ve benzeri uygulamalar kent sorunlarını içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur.
Her şeyden önce toplumsal adaleti bozan, suçluyu ödüllendiren, işgalciyi yasal hale getiren, kaçak inşaat sahibini affeden bu tür uygulamalardan vazgeçilmediği sürece hep birlikte bir yok oluşa gittiğimizi bilmek zorundayız.
Ülke insanının %93’ünün kentlerde yaşaması başlı başına bir problem iken Anadolu’nun boşaltılarak daha çok Marmara ağırlıklı büyükkentlerde ve bilhassa İstanbul’da oluşturulan yığılma, başlı başına stratejik bir problemdir.
Kaldı ki konunun dikey ya da yatay mimari kavramları üzerinden tartışılması da çok büyük bir sakilliktir.
En önce aile mahremiyetinin sağlandığı, komşuluk hukukunun kurulduğu, insanların toprakla barışık olduğu, teknik üretimin ve adil ticaretin mümkün olduğu, şehirlerin büyüklüklerinin sınırlandırıldığı ve mahalle örgüsünden oluştuğu “faziletli şehirlerin” var olabileceği gerçeğini kabul ederek işe başlayabiliriz.
Bu bir ütopya değildir ve gerçekleşme imkânı mevcuttur. Anadolu yeterince geniş… Ev inşa etme bilgisi ve geleneği hâlâ unutulmamış bir tecrübedir.
Dolayısıyla ranta ve kul hakkına dayalı dönüşüm politikalarından bir an önce vaz geçilmelidir.
Bununla birlikte belediyeler imarlı arsa üretip halkın kullanımına sunmalıdır. Devamında geleneksel ev inşa tekniklerinin tekraren gündeme alınması ile kolaylaştırılması sağlanmalıdır.
İnsanların ev üretim süreçlerine katılımı desteklenmeli ve tüm ülkeyi kapsayacak ve insanımızı heyecanlandıracak finansal çözümün dışında yeni bir yaklaşım ortaya konmalıdır.
KİPTAŞ ve TOKİ gibi kurumların organizasyon şeması ile ifa ettiği hizmetler bu doğrultuda değiştirilmelidir.
Bu açıdan bakıldığında gelecek zamanlarda belediye başkan adaylarının doğala ve geleneksel olana dair politik vaadler ile çok yatırım yapmayı değil mevcut yatırımları rehabilite etmeyi önceleyen vaadler ile halkın karşısına çıkacakları günleri göreceğimizi umut ediyorum.
Şehirlerin tarihini korumak ve yeni bir tarih yazmak adına, geçmiş tarihimizin sözler ve sunulan projeler ile korunduğuna dair ortada bir yaklaşım görünmekle birlikte politik iddiaların büyüklüğünden kaynaklanan bir “en”ler kaosu ve metaforu yaşanmaktadır. En büyük bina, en yüksek kule, en uzun köprü, en geniş yol ve benzeri kavramlar ile ortaya konan eserler varlıkları ile tartışma konusu oluşturmaktadır. Bu büyük iddialar eski eser yapıları ve yoğunlukta olduğu tarihi bölgeleri baskı altına almakta ve yok olmalarına sebep olmaktadır. Bu konudaki olumsuz örneklerden biri de Süleymaniye semtindeki yaklaşık 600 ahşap yapının Katarlı bir yatırım firmasına satıldıktan sonra bölgedeki “tarihi yapıların yıkılarak aslına uygun şekilde yapılacağı” söylemidir. Gelinen noktada bu konuya dair hiçbir işlem yapılmadığı da ortadadır.
Bununla birlikte Türkiye’nin her yerine birbirinin aynısı ve kötü Osmanlı Selçuklu kopyası Adalet Sarayları yapmak, tarihi Bursa’nın merkezine yüksek konutları kondurmak, İstanbul’a Çamlıca kulesini dikmek, geleneksel taklidi kötü cami örneklerini ülkemizin her yerine inşa etmek bunlara örnek verilebilir.
Ayrıca bir kısım belediyeler tarafından çağdaşlık ve modernlik adına yapılan kurgusu ve kültürel arka planı zayıf ve sakil uygulamalar da toplumsal gerçeklikle bağdaşmamaktadır.
Şehirlerin tarihi bölgelerinin ve eski eser yapılarının rant baskısında kalması dünya görüşü fark etmeksizin toplumumuzun tüm taraflarının ortak yarası ve günahıdır. Acil olarak ortak bir çözüm yolu bulunmalıdır.
Bir de belediyeler ile halk arasındaki ilişkide ‘derinlik ve kuşatıcılık’ barındırmayan bir durum vardır. Bunun en bariz örneği “Her şey … halkı için” şeklinde kullanılan bir söylemdir. Ancak bu söylem gerçeği yansıtmamaktadır. Ülkemizde uzun yıllar aynı kişilerin belediye başkanlığı yapmasından dolayı “metal yorgunluğu” açıklaması bile yapılmıştır. Bu açıklama bile sorunu yeterince ifade etmemekte, var olan sorunu yumuşak bir şekilde tariflemektedir.
Ayrıca Hz. Ömer’in (RA) “kamu yöneticileri görevi sırasında zenginleşemez” düsturunun yaşatılması çok önemlidir. Siyasi rekabetten dolayı yok olduğunu zannettiğimiz din ve gelenek düşmanlığı geleceğimize dair bir tehlike ve çatışma alanı olarak pusuda beklemektedir.
Bununla birlikte yapılacak belediye seçimleri çok ciddi bir kutuplaşma unsuru olarak önümüzde durmaktadır. Ülkemizdeki siyasal kutuplaşma yöneticiler ile halk arasında ve farklı partilere oy veren farklı toplum katmanlarında derin uçurumlar oluşturmaktadır. Bu durum potansiyel bir çatışma unsuru ve milletimiz açısından açık pozisyondur.
Tüm bunların yanında propagandaya dönük yapılan vaadlerin ve hizmetlerin türü, gerekliliği, büyüklüğü ve bütçesi hususundaki yerindelik denetimi yeterince sağlanamamakta, sorunlar sürekli büyüyerek geleceğe bırakılmaktadır.
Gelinen noktada uzun yıllardır aynı parti tarafından yönetilen illerin başka partiler tarafından yönetilmeye başlanmasıyla birlikte: ülkemizde yolsuzluğun ve kalitesizliğin partisinin olmadığı, siyasetin finansmanı için imar rantının vazgeçilmez bir kaynak olarak siyasi partilerin iştahını kabarttığı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Comentários